23 Mart 2011 Çarşamba

BASLARKEN


Bir evi yuva yapan, o mis gibi yemek kokusudur her zaman. Bazı insanlar bu konuda çok şanslıdır, yaptığı her tadın içine kalbini koyan ebeveynlere sahip oldukları için. Bazıları daha da şanslıdır tüm bunların üstüne farklı kültürlerden gelen ebeveynleri olduğu için.
            Biz üç kardeş fazlasına da sahiptik bir de annemizin eğitimi yemek üstüneydi. Olmasa da fark etmezdi zaten annem, sevgisini yemekle anlatan ve bu sevgiyi daha iyi ve farklı anlatmak için devamlı keşfeden ve üreten olmayanı yaratan bir kadın oldu her zaman. Babamsa yedirsin, içirsin bayılırdı eh! Tam bir Antepliydi. Eli gönlü bol yakışıklı babam.
Hayatım boyunca en çok duyduğum cümlelerden biri ‘’ Sen bu evden nasıl böyle zayıf çıktın’’ olmuştur. Açıkçası tam olarak bilmiyorum, neredeyse doğduğum günden beri dengeli beslenme alışkanlığım olduğu için dua etmeliyim sanırım. Küçük yaştan beri çektiğim alerjilere dua etmeliyim belki de.
            Harika pastalar, çörekler hiç bilinmeyen tatlar arasında geçen bir çocukluğu kim sevmez. Herkes severdi, ağabeylerimin ve benim tüm arkadaşlarımız evimizin bir ferdi olmayı dilerdi. Hatta bazıları bayağı, bayağı tüm vaktini bizim evde geçirir oldu.
            Bunun en önemli sebebi coşkulu ve hep bir arada yenen yemeklerimizdi. Sıcacık yuvamız harika ve gerçek bir aile oluşumuzdu. Bazı insanlar önlerine bir sehpa çekip zevk almaksızın televizyona bakarak sadece ihtiyacını giderir. Bizim evimizde yemek hep bir törendi. Çorbası, salatası, ana yemeği, zeytinyağlısı, tatlısı olmayan bir sofraya oturulmazdı bile. O yemeklerin keyfine sohbette eklendi mi tadına doyum olmayan zamanlar olarak hayatımıza kazınırdı sofralarımız. Hele hafta sonu kahvaltı keyfi; İşte o doyumsuz olurdu. Annemin sofraları meşhur olduğu için asla yalnız olmadık, üstelik asla bir tek misafirimizde olmazdı. Sofrada zeytinli ekmek, cevizli ekmek, haşhaşlı çörek, babamın elleriyle yaptığı şimdi ki adıyla gayet organik pastırmanın mis gibi kokusu, çeşit çeşit peynir, mis gibi mercimekli börek, yeşilliklerle süslenmiş taze domates, salatalık ihtişamla dans ederken yetmezmiş gibi mutlaka yumurtayla yapılmış bir sanat eseri süslerdi tüm bu ziyafeti.
            Boldu bizim soframız gelen aç kalmaz sanki arkadan kesilmeyen bir pınar varmış gibi tıka basa doyarak kalkardı her misafirimiz. Üstelik öylesine sıcak ve sevgi doluydu ki bizim soframız bir kez katılan aile kavramına bile başka bir gözle bakardı. Öyle tatlıydı annemin elleri. Ve tabii bir tanecik babamın.
            Sıcacık, mis gibi çıtır çıtır ekmekler fırından taze gelmezse yenmezdi ve asla kendimize göre alınmazdı o ekmekler illa üç beş fazla gelen olurdu nasıl olsa. Annemin cevizli, zeytinli ekmekleri de olmazsa olmazdı.
            Sonra babamın meşhur Gaziantep yemekleri.  Et terbiyesi kaç çeşit yapılır size göre bilmiyorum ama bizim evde sonsuz ve her ete yemeğe hatta mevsime göre değişkenlik gösterirdi. Baharatlar öyle dükkândan alınmazdı özel gelirdi her biri bazıları ise evde üretilirdi özenle. Küçük süs biberler dikilir, yetiştirilir, kurutulur ve babam dışında kimsenin yiyemediği kırmızı pul biber haline gelirdi.
            Et yemeklerini yapmak için gerekli o kadar çok materyal vardı ki evimizde hepsi özel yapım, sanayide bizzat babam tarafından yaptırılırdı. Eti kasaptan almazdık pek kazanda kestirirdi babam her parçası farklı bir yemeğe kullanılmak üzere özenle paketlenirdi. Çiğ köfte, içli köfte, kebap ( çeşitlerini sayamayacağım ama patlıcan ve şan fıstıklı olanlar favorimdi. )
            Ve salatalar, işte bu konu evde biraz rekabet hatta zaman, zaman sürtüşme dahi yaratan bir konuydu. Annemde, babamda birçok yemekte zaten karışmazlardı birbirlerine ancak salata her ikisinin de alanına giriyordu ve açıkçası biz kim kazanırsa kazansın karlı çıkıyorduk.
            Bazılarını çok sevmem ancak, çocukluğumdan beri şimdilerde moda olan her şeyi tattım ve mutfak bizim evimizde yaşayanlar için birkaç çeşit yemekten oluşmadı hiç dünya üzerinde annemin ulaşabildiği her tarifi denedik. Balık, et, tavuk, sebze hiç ayırt etmedik işte bu yüzden ne olsa yerim tek bir şartla, içine sevgi katılmış ve gerçekten hoş sunulmuş olmalı samimiyetle.
Bizim evimize gelen herkes sevgi olan bir evde sofrada olacağını keşfetmişti, sıcacık yuvamızda. Sevgi yoksa, birlikte oturulan sofrada yoktur. Ve sıcak bir yuvadan söz edilemez.
En büyük hediyemin her zaman ailem olduğunu bilirim. Tadıyla, kokusuyla, annemin Osmanlı tarafı babamın koruyuculuğu ve ikisinin kocaman yürekleriyle ve iki harika ağabey ile büyüdüm ben. İyi bir yetişkin olmamı, güçlü olmamı, insan olmamı sağladılar hep birlikte.
Ve onlar bize her şeyi hep en güzel şekilde sundu. Sofrada konuşuldu, tartışıldı, eğlenildi, yenildi, içildi bizim soframız bir ailenin sahip olabileceği en güzel, en bereketli, en içten ve en lezzetli sofraydı. Ve bu nedenle bana göre bir evde mutluluk, aile kavramı, paylaşım var ise yemek sofrada yenir.
Sofra tüm ailenin paylaştığı en özel yerdir. Ve akşam yemeği 19.30’da yenir. Kim nerede olursa olsun eve gelir, yemeğini yer ve gider. İşte aile budur.

ANNEM’DEN

‘’ Evinde yumurtan, biraz unun, birazda sütün varsa ağırlanmayacak misafir yoktur.’’
Aynen de böyle yapardı annem, şimdi benimde ondan öğrenip yaptığım gibi. Acil gelen misafire ikram etmek için hemen akıtma ( krep süzet ) yapılırdı en lezizinden.
Yanına Allah ne verdiyse reçel, domates, salatalık, evimizde asla eksik olmayan bin çeşit peynir konulur mis gibide çay demlenirdi. Ve en önemlisi annemin özenli sunumu ve kocaman yüreği olurdu her tabağın üstünde işte bu doyulmaz ve anlatılmaz bir şeydi.
Bizim evimize gelen hiçbir misafir aç kalmadı ne durumda olursa olsun.

Hiç yorum yok:

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı